Bazen bir sohbetin ortasında kendinizi fark etmeden hep aynı şeyi anlatırken bulursunuz. Aynı hikâye, aynı duygu, aynı kırılma noktası…
Karşınızdaki başını sallayıp “anlıyorum” dese bile, içinizden bir ses “hayır, tam olarak anlamıyor” der. Sonra tekrar anlatırsınız. Belki biraz daha detayla, belki biraz daha duyguyla. Çünkü aslında sadece duyulmak istersiniz. Duyulmadığınızda ise beyniniz sizi konuşturmaya devam eder. Bu yazı, o bitmeyen anlatma isteğinin köklerine inmek, neden bazen durmadan konuştuğumuzu anlamak için yazıldı.
Duyulmadığımızda İçimizde Ne Olur?
Bir çocuk ağladığında “sus artık”, “abartma” ya da “bunda da ağlanacak ne var?” denmişse, o çocuk duygularının değerli olmadığını öğrenir. Büyüdüğünde de bir şey anlatırken sesinin titremesi, cümlelerinin uzaması, aynı konuyu tekrar tekrar açması hep o ilk “duyulmamanın” yankısıdır.
Çünkü beynimiz çocuklukta öğrenir.
Söylediklerim önemsenmiyor, o zaman daha fazla anlatmalıyım.
Bu döngü yetişkinlikte de sürer. Konuşmak, varlığını ispat etmenin bir yolu olur.
Duyulmadığımızda beynimiz bunu bir tehdit gibi algılar. Yapılan araştırmalar, sosyal dışlanma ve yok sayılma hissinin beyinde fiziksel acı ile aynı bölgeleri aktive ettiğini gösteriyor. Yani biri bizi dinlemiyorsa, beyin bunu bir “ağrı” olarak algılıyor. Bu yüzden daha çok konuşuyoruz; çünkü fark edilmemek, bir tür görünmezlik acısı yaratıyor.
Onaylanmak mı, Anlaşılmak mı?
Birçok insan farkında olmadan onaylanmayı “anlaşılmak” sanıyor. Birinin “haklısın” demesi kısa süreli bir rahatlama sağlar ama bir süre sonra yeniden anlatma ihtiyacı doğar. Çünkü onay dışsaldır; doyurur ama beslemez. Oysa anlaşılmak içseldir; kalıcı bir doygunluk sağlar.
Kendini sürekli anlatan biri, genellikle çocukluğunda “haklısın” kelimesinden çok “abartıyorsun” duymuştur. O yüzden yetişkinlikte biri onu dinlerken “gerçekten anlıyor mu, yoksa nezaketen mi dinliyor?” diye içinden geçirir. Anlaşılmak isteği, aslında “nihayet biri beni gerçekten görecek mi?” sorusudur.
Duygusal İhmalin Görünmez İzleri
Çocuklukta duygusal ihmal fiziksel şiddet kadar görünür değildir ama etkisi en az o kadar derindir. Çocuğa yemek, kıyafet, eğitim verilmiştir ama duygularına yer bırakılmamıştır. “Üzülme”, “takma kafana”, “büyüyünce geçer” gibi iyi niyetli ama duyguyu bastıran cümlelerle büyüyen çocuk, yetişkin olduğunda iç dünyasında hep bir “boşluk” hisseder.
Bu boşluğu doldurmanın yollarından biri de konuşmaktır. Çünkü konuşmak, aslında varlığını kanıtlamaktır. “Bak, ben buradayım. Bir şey hissediyorum. Lütfen dinle.” der insan, kelimelerle. Fakat ne kadar anlatsa da tam olarak doymaz, çünkü o anlatma isteği geçmişin açlığından beslenir. Çocukken duyulmamış biri, yetişkinliğinde sesini duymayan herkeste aynı sızıyı hisseder.
Toplumda “Çok Konuşan” Etiketine Sıkışmak
Toplum, çok konuşan insanı genelde yargılar. “Hep kendinden bahsediyor”, “drama yapıyor” ya da “ilgi manyağı” gibi etiketler yapıştırılır. Oysa bu kişilerin çoğu dikkat çekmeye değil, içsel bir yaranın sesini duyurmaya çalışır. Konuşmak, bazı insanlar için bir savunma mekanizması değil, bir hayatta kalma stratejisidir.
Gerçek şu ki, bazen “çok konuşan” insanlar en çok susturulmuş olanlardır. Sadece kelimeleri fazla değil, içlerinde birikmiş yıllar vardır. Ve birinin onları gerçekten dinlemesi, belki de o yılların yükünü hafifletecek tek şeydir.
Empatik Dinlemenin Şifası
Birini dinlemek, onu susturmak için değil, anlamak için olmalıdır. Empatik dinleme; “Seni anlıyorum”, “Bu senin için zor olmalı” gibi küçük ama samimi ifadelerle başlar. Bu tür bir dinleme, konuşan kişide güven duygusunu güçlendirir. Artık savunmasına gerek kalmaz. Duyulmuştur, dolayısıyla var olmuştur.
Empatiyle dinlenen biri, kendi cümlelerini bile farklı duyar. Sanki kelimeler kendi içinde yankılanır ve “işte bu, tam olarak böyle hissediyordum” der. Terapide yaşanan en önemli şeylerden biri de budur: danışan, kendi duygusunu ilk kez “doğru kelimelerle” duyar. Bu farkındalık, içsel çocukla yeniden temas etmenin kapısını aralar.
Terapide Duyulmak: İçsel Çocuğa Ses Vermek
Birçok kişi terapiye “sadece konuşuyorum ama işe yarıyor” der. Çünkü gerçekten öyledir. Terapide anlatılan her hikâye, geçmişe uzanan bir ip gibidir. Her cümlenin ucunda susturulmuş bir çocuk, bastırılmış bir duygu vardır. Terapist bu ipi dikkatle izler, çözmeye yardımcı olur ve kişiye şunu fark ettirir: “Artık susturulmayacaksın.”
Bir noktadan sonra kişi anlatmak zorunda hissetmez. Çünkü artık biri onu duymuştur. Ve duyulmak, uzun yıllardır içsel bir gürültüye dönüşmüş kelimeleri sessizleştirir. O sessizlik, yalnızlık değil; huzurun sesidir.
Kendini Anlatma Döngüsünü Nasıl Kırabiliriz?
Eğer siz de bazen “çok mu anlatıyorum?” diye düşünüyorsanız, bu farkındalık bile iyileşmenin ilk adımıdır. Şu sorularla başlayabilirsiniz:
-
“Şu anda gerçekten dinleniyor muyum, yoksa duyulmaya mı çalışıyorum?”
-
“Karşımdaki beni anlamadığında neden daha fazla konuşma ihtiyacı hissediyorum?”
Bu sorular, içsel boşluğu fark etmenize yardımcı olur.
Sonra kendinize küçük adımlar tanıyın.
Bir arkadaşınızla konuşurken sadece duygunuzu ifade edin, tüm detayı değil.
Kendinizi açıklama baskısını bırakın.
Duygularınızı yazın; bazen bir defter, en güvenli dinleyicidir.
Ve en önemlisi, geçmişte duyulmamış yanınızı yargılamayın. O sadece fark edilmek istiyor.
Sonunda Susmak Değil, Sakinleşmek
Kendini sürekli anlatma ihtiyacı aslında bir “fazlalık” değil, bir “eksikliğin sesi”dir.
Bu sesi susturmak gerekmez; sadece duyulması gerekir.
Bir gün biri gerçekten sizi dinlediğinde, içinizdeki o bitmeyen konuşma hali durmaz; sadece yavaşlar. Çünkü artık biri “seni duyuyorum” demiştir.
Ve işte o anda fark edersiniz.
Anlatma ihtiyacı hiç de kötü bir şey değildir. Asıl mesele, o ihtiyacın neye dokunduğunu fark edebilmektir.
Duyulmak, susabilmeyi öğretir.
Ve belki de hayatın en huzurlu sessizliği, nihayet anlaşılmış olmanın sessizliğidir.
Not: Terappin – Online Terapi Platformu hakkında daha fazla bilgiyi buradan alabilirsiniz.