Bu içerikle, Türkiye’deki televizyon programlarının nasıl birer “sosyal işkence ayini”ne dönüştüğünü, bu yayınların izleyici ruh sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini ve reyting uğruna kurban edilen insan hikâyelerini öğreneceksiniz.
Televizyon, bir zamanlar ailelerin başköşesinde yer alan, eğlendiren, bilgilendiren ve bazen düşündüren bir aygıttı. Fakat özellikle Türkiye’de son yıllarda, gündüz kuşağından prime-time’a kadar yayılan programlar giderek tuhaf bir ayine dönüştü. “Sosyal işkence” adını hak eden bu yayınlar, artık yalnızca dramla değil, o drama duyulan hazla da izleniyor. Ağlayan, bağıran, hakaret eden, intiharın eşiğinden dönen insanlar ekranın ortasında. Seyirci ise koltuğuna gömülmüş, kahve fincanı elinde, bu acılardan keyif almanın sinsi sınırlarında geziyor.
Sosyal İşkence: Türkiye’de TV Programlarının Tuhaf Ayini
Acıdan Eğlenceye: Duygusal Voyörizm
Gelin-kaynana yarışmaları, evlilik programları, stil yarışmaları, tartışma formatları, reality şovlar…
Her biri birer “duygu madeni” gibi çalışıyor. Format ne olursa olsun, içerik mutlaka bir çatışma, gözyaşı ve kaosla zenginleştiriliyor. Katılımcıların bir kısmı geçim derdiyle bu programlara başvururken, diğer kısmı artık bu mecra dışında görünür olmanın mümkün olmadığına inanıyor.
“Stil” yarışmasında bile en az bir kere ağlamazsan, jüriye eski travmalarını anlatmazsan eleniyorsun. Birinin geçmişte uğradığı ihanet, diğerinin çocukluk travması, bir başkasının geçim mücadelesi… Kamera karşısında afişe ediliyor. Hikâyeler çok derin, çok kişisel ama bir o kadar da anonimleşmiş; çünkü herkesin başına benzerleri gelmiş gibi. Böylece seyirciyle “acı kardeşliği” kuruluyor. İzleyici, ekrandaki felaketi görünce kendi haline şükrediyor.
Bu ise duygusal bir sadistlik: başkasının dramı üzerinden kendi hayatına katlanabilirlik duygusu inşa etmek.
Kurgu Gerçekliğin Önünde
Bu programlarda yaşananların ne kadarının “gerçek” olduğu elbette tartışmalı. Kurgu, yönlendirme, replik… Hepsi işin içinde olabilir. Ama burada asıl mesele, izleyicinin artık gerçeği umursamaması. Çünkü “hikâye iyi” olduğu sürece her şey mübah. Yeter ki ağlansın, yeter ki kavga çıksın. Reyting pastasında birkaç dilim daha kapılsın.
Özellikle evlilik programları bu tür sosyal işkencenin başını çekiyor. Kimi zaman bir gelin adayı, yaşadığı yoksulluğu ve ailesinden gördüğü şiddeti anlatırken, kimi zaman bir damat adayı gözyaşları içinde hayatındaki yalnızlıktan söz ediyor. Ve ne tuhaftır ki, tüm bu anlar “eğlenceli anlar” etiketiyle YouTube’da en çok izlenen videolar listesine giriyor.
Sosyal Adaletsizlikle Bütünleşen Yayıncılık
Buradaki temel sorunlardan biri, bu yayınların çoğunlukla ücretsiz ulusal kanallar üzerinden servis edilmesi. Türkiye’deki düşük gelirli kesimler için dijital platformlar bir lüks. Yani bu yayınlara “maruz kalmak” neredeyse otomatik hale geliyor. Bu insanlar için seçenek sayısı zaten sınırlı: Ya haberler (ki onlar da çoğu zaman karanlık) ya da gündüz kuşağı felaketleri. Eğlenceye erişim hakkı, farkında olmadan travmaların pazarlanmasına dönüşüyor.
Böylece sosyal eşitsizlik, medya eliyle yeniden üretiliyor. Üniversite mezunu bir genç YouTube Premium’dan belgesel izlerken, başka bir şehirde yaşlı bir kadın sabah 10’da başlayan ve akşam 6’ya kadar süren gelin-kaynana yarışmasını izliyor. Çünkü başka bir seçeneği yok.
Kendi Acısına Ayna Tutmak
Bu programlar sadece izleyiciyi duygusal olarak manipüle etmiyor; aynı zamanda “acıya katlanma kültürünü” da kutsuyor. Konuklar, şahit oldukları her felakete içten içe sevinerek, gözyaşı döküyorlar. Bu gözyaşları, kendi hayatlarının acısını maskelemek için dökülüyor belki de. Bir tür “manevi katarsis” hali. Yani başkasının derdiyle ağlayarak, kendi derdinden bir süreliğine uzaklaşmak. Ama bu durum sağlıklı bir ruh haline işaret etmiyor. Tam tersine, toplumun kolektif travmalarla baş etme biçiminin ne kadar bozuk olduğunu gösteriyor.
Sosyal İşkenceyi Ortadan Kaldırmak İçin Ne Yapmalı?
Bu döngü kırılabilir mi?
Elbette.
Ama bunun için hem izleyici bilincinin gelişmesi hem de medya etiğinin yeniden yapılandırılması gerekiyor. Yayıncı kuruluşlar, insan hikâyelerine sadece reyting kaygısıyla değil, sorumluluk duygusuyla yaklaşmalı. RTÜK gibi denetleyici kurumların da yalnızca ceza vermekle değil, bu tür yayınların uzun vadeli etkilerini değerlendirmekle görevli olması gerekiyor.
Ayrıca kamusal yayıncılığın niteliği artırılmalı. TRT gibi kuruluşların gerçek kamu hizmeti sunar hale gelmesi, düşük gelirli kesimlere kaliteli içerik sunacak dijital altyapıların geliştirilmesi, medya okuryazarlığı kampanyalarının yaygınlaştırılması bu değişimin olmazsa olmazları.
Bugün televizyon ekranında izlediğimiz birçok içerik, aslında toplumsal bir ayıbın üzerini örten parlak bir gösteri. Her gün daha fazla acıya maruz kalan izleyici, zamanla bu acıya bağışıklık kazanıyor. Empati azalıyor, duyarlılık köreliyor.
Oysa medya, toplumu sadece yansıtmakla kalmaz, onu biçimlendirir de. Televizyonun bu kadar merkezi olduğu bir ülkede, içerik üreticilerinin ve izleyicilerin el birliğiyle daha etik, daha insani bir yayıncılığı talep etmeleri gerekiyor. Çünkü aksi halde, “eğlence” adı altında süren bu sosyal işkence, yalnızca ekranları değil, toplumun ruhunu da çürütmeye devam edecek.
Simbians Platformu ile doğru ve güncel sağlık bilgisinin erişilebilir olmasını sağlıyoruz. Tüm içerikler sadece sağlık profesyonelleri ve tıbbi yazarlar tarafından hazırlanmaktadır.